aşk bulunması zannedildiği kadar zor bir şey değil.
benim burnum aşkın kokusunu iyi alır.
nerede gam, keder, hüzün taşıyan adam varsa gider bulur,
burnum sızlayana kadar ağlar,
sonra da hayata saydırmayı iyi bilirim ben.
aşk denen şey mutluluk mu zannederler?
haşa.
aşk derin hayal kırıklıklarının yaşandığı yerde var olur.
neden peki?
bu düzeni ben mi inşa ettim kendi hayatımda?
suçu kime atmak lazım?
karmaya, genlere, bilinçaltına, evrene, tanrıya
ya da kendime?
kendi hayatımın tanrısı ben miyim?
sorunu bilmem çözmeye yeter mi?
neden olmayacakları oldurmaya dair bu isteğim?
neden olağanlara gözümün ucuyla dahi bakacak kıpırtıyı, isteği bulamıyorum içimde?
içim deniz, derya dolu.
uçsuz bucaksız bir hayal okyanusunu barındırıyorum şu sınırları çizili bedenimde.
ama beklediğim o gemi hiçbir zaman gelmiyor.
neden?
ben bir istiridye kabuğu içine sıkışmış bir inci tanesi miyim?
yoksa tüm okyanusun kirini pasını sünger gibi emen bir midyenin sümüksü bedeni mi?
tam diyorum ki, yeniden bir şeylere inanmak için fırsat çıktı karşıma.
derhal değerlendirmeliyim!
ilk adım mı atılacak? atılır.
kendimi açmam mı gerekiyor? açılır.
ilişkilere bakış açımla ilgili değiştirmem gereken bir şeyler mi var?
o da olur, değiştirilir.
ne zaman ki tamam, hazırım diyorum.
avucuma konanı dört koldan kavrayarak benden geri alıyor hayat.
bana garezi ne?
ben kendimi aşmaya hazır hissettikçe,
aşkı göğüslemeye hazırım dedikçe,
ben hep tekerrür eden tarihin talihsiz baş kahramanı olarak yerimde sayıyorum.
yüzler değişiyor, sesler, kokular, dokunuşlar...
ama mutlak son değişmiyor,
hissettiğim o çaresizlik, değişmiyor.